Bu nasıl aymazlıktır, bu nasıl sorumsuzluktur Allah aşkına.. Salgında günlük tespit edilebilen vaka sayısı 50 binlerin kapısına dayandı. Günlük ölüm vakları yeniden 200’lerde, alınan önlemler deniliyor, bakıyorsunuz önlemler sadece kağıt üzerinde… Sebepler üzerinden gidersek söylenecek o kadar çok şey var ki… Tramvaylarda anonslar, otobüslerde yüzlerce uyarıcı yazılar, çağrılar, televizyonlardaki konuşmalar vesaire, vesaire… Yani nasihat bölümünü çoktan geçtik.. Çünkü nasihatlar artık inandırıcı gelmiyor. Çünkü “aleme verir talkını, kendi yutar salkımı” hesabı… Vatandaş bazı söylemler ile eylemler arasındaki çelişkiyi görünce kafasında “komplo teorileri” kuruyor… Böyle olunca da nasihat kar etmiyor, musibetler bile inandırıcı gelmiyor insanlara. Televizyonlardaki rakamların “algı yönetimi” olduğunu iddia edenler bile var…
Yıllar, yıllar önceydi… Eskişehir’in o zaman meşhur vaizlerinden birisi ile bir ortamda sohbet imkanı bulmuştuk… Orada bulunanlardan birisi sordu, “Yahu hocam o kadar uyarıyorsunuz ama yine de neden bu kadar günah işleniyor?” Merhum hocanın konuştukları hiç aklımdan çıkmıyor. Hoca efendi, önce dilini gösterdi, sonra gırtlağını, sonra da kalbini… Ve “Evladım 30 senedir kürsü kırarım, sözün tesirsiz olmasına bende anlam verememiştim. İşin sırrını sonunda çözdüm. Zira bizim dilimizin söylediği, gırtlağımızdan aşağı inmiyor, kalbimizdeki ile de örtüşmüyor. İşte o sebeple sözün tesiri yok!” deyiverdi… Musibetlerin bile salgın karşısındaki tesirsizliği bundan mıdır?
+++
“Susayım bakalım neler olacak” diye bekledim…
Eskişehirspor 5 sezonluk amansız hastalık sürecinin sonunda 2. Türkiye Futbol Ligine düştü. Zaten beklenen sonu sadece yaşamamıştık. Son Altınordu maçıyla o sonu da yaşadık… Türkiye futbol aleminden timsah gözyaşı dökenlerde oldu, gerçekten yürekten üzüntü duyanlarda… Kötü günlerimizde kapımızı çalıp “ geçmiş olsun” diyemeyenlerin “timsah gözyaşları” o kadar belirgin ki.. Sadece futbol aşkı ile Eskişehirspor’u kalbinin ayrı köşesine koyanların hüzünleri de bir o kadar gerçekçi… Gelelim kendi camiamıza… Güneşi görünce kaybolan yarasaların aksine kulübe eksikleriyle, yanlışları ile sahip çıkma cesaretini gösteren yönetime ne ağır eleştiriler yöneltiyorlar Allah aşkına… Ceplerinde akrep taşıyanların, bir tane hatıra bileti bile almayanların, kara kaplı defterde olan bitenden haberdar olmadan konuşanların, “konuştukça battıklarını” görüyoruz… Bugün yönetim benim babamın çocuklarından oluşmuyor. Bir ikisini belki yüzeysel tanırım, çoğunluğunu görmüşlüğüm yoktur. Ancak bugüne kadar yaptıklarını da görmezlikten gelmek biraz “ayıp olur” gibi geliyor bana…
+++
En çok neye sinir olursunuz?
Yukarıdaki soruya herkesin cevabı çok farklı olabilir. Cevap kişiden kişiye değişir. Ancak benim en çok sinir olduğumu şey, ana cadde ve sokaklarda kaldırımların başlarındaki engelli rampalarının önüne araç park edilmesidir. Bilerek park edenler kendilerini “kurnaz” sanabilirler. Bilmeden park edenlerde zaten “cahildir” onlara diyecek bir şey yok… Birileri “dünyayı yalnızca kendisine ait” yaşabilecek bir yer olarak görüyor ya… Halbuki bu dünyada can yoldaşları, eşler, çocuklar, can dostları, ağaçlar, kuşlar yaratılmışların cümlesi olmasa bu dünya ne işe yarar Allah aşkına. O zaman niye bu kadar yerimizi geniş tutup, yenimizi daraltırız acaba? Buradan çağrımdır. Engelli rampalarının önüne araç koyanların araçları çekilsin, gerekli cezai işlemler yapılsın. Niye mi, niye olduğunun empatisini de siz yapın artık…